
EHL-İ SÜNNET VE CEMAAT İ‘TİKADINA GÖRE
MEHDÎ (ALEYHİRRIDVÂN)’IN ZUHÛRU
VE BU HUSUSTAKİ ŞÜPHELERE CEVAPLAR
İslâmî hakîkatlerin yok olmaya yüz tuttuğu âhir zaman diliminde Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhur ederek kaybolan hakikatleri yeniden ihyâ edeceği Resulüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz tarafından haber verilmiş bir hakîkattir. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), Mehdî’nin zuhurunu sadece haber vermemiş aynı zamanda onun vasıflarını ve nasıl bir ortamda ortaya çıkacağını da beyan etmiştir. Bütün bunlara bakılmaksızın, tarih boyunca Mehdîlik konusu her daim istismar edilmiş ve bu mevzu tarihin muhtelif evrelerinde türlü şahısların Mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkmalarıyla gündeme gelmiştir.
Nitekim, hicrî 1. Asırda Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî (v. 67) tarafından Hz. Ali (Radıyallâhu Anh)’ın oğlu Muhammed b. Hanefiyye (v. 81) ’ye daha çok lügavî anlamda ‘el-Mehdî ibnu’l-Vasî’ denmiş fakat bu kullanım onun vefatından sonra ric‘at kavramını da içine alacak şekilde ıstılâhî manaya dönüştürülmüştür. Bundan sonra bu tarz telakkiler, Gulât-ı Şi‘a fırkalarında kendi imamlarının mehdiliği olarak benimsenmiş ve genel olarak Şi‘a’da on ikinci imam olan Muhammed b. Hasan el-Mehdî (v. 260)’nin gaybetiyle ifade edilmiştir.
Tüm bunlarla birlikte hicrî 2. Asırdan itibaren İslam toplumunun muhtelif yörelerinde, farklı zamanlarda Mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkan kimseler olmuştur. Zira, Horasan’da Abbâsîler adına isyan eden Ebû Müslim el-Horasânî (v.137), Hicaz ve Irak tarafında ayaklanma başlatan Muhammed ibnü Abdillah en-Nefsu’z-zekiyye (v.143), Kuzey Afrika bölgesinde Fatımî devletinin kurucusu Ubeydullah ibnü Hüseyn el-Mehdî (v.322), Mağrib’te Murâbıtlar devletinin müessisi İbnü Tumert (v.524), İran coğrafyasında Babîliği kuran Mirza Ali Muhammed (v. 1268), Sudan’da İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren fakat mağlup olan Ebu Abdirrahman Muhammed ibnü Abdullah (v.1302), Hindistan yöresindeki Kâdîyâniliğin kurucusu olarak bilinen Mirza Gulam Ahmed (v. 1326) ve Somali’deki Muhammed ibnü Abdillah Hassan (v.1338) bunların meşhur olanlarıdır.[1] Bu saydığımız isimler dışında da tarih içinde birçok şahsın mehdîlik iddiasında bulunduğu kaydedilmektedir. Hatta günümüzde insanları etrafında toplayabilmek amacıyla Mehdîlik iddiasında bulunanların da azımsanmayacak sayıda olduğunu söyleyebiliriz.
Mehdeviyet meselesine yönelik tarihteki ve günümüzdeki yoğun istismar hareketleri, günümüz Müslümanlarını da bu konuya dair farklı sorular sormaya zorlamaktadır. Zira, Mehdîlik meselesi ne zaman gündeme gelse istismarlar üzerinden ele alınmakta ve zihinler bulandırılmaktadır. Bizler de bu makalede Mehdî (Aleyhirrıdvân)’nin zuhûruna inanmanın Ehl-i Sünnet itikadındaki yerine temas edecek ve bu mevzuda ortaya atılan güncel şüphelere cevap vermeye gayret edeceğiz.
Hadislerde Mehdî (Aleyhirrıdvân)
Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kıyamete yakın Mehdî (Aleyhisselam)’ın ortaya çıkacağını çeşitli hadislerde haber vermiştir. Bu hadisler aynı zamanda Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın alâmetlerini de ortaya koyduğu için zikredilmesinde fayda vardır. Bu mevzu sadedinde oldukça fazla rivayet varsa da bizler makalenin ebadını göz önünde bulundurarak bir kaçını zikretmekle iktifa edeceğiz.
1- كَيْفَ أَنْتُمْ إِذَا نَزَلَ ابْنُ مَرْيَمَ فِيكُمْ وَإِمَامُكُمْ مِنْكُمْ
Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri hadîs-i şerîfte Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır:
“İmamınız sizden olduğu halde Meryem’in oğlu (İsa aleyhimesselâm) içinize indiğinde haliniz nasıl olacak?”[2]
Hadisi şerh eden âlimlerin de beyan ettiği üzere bu hadiste “imamınız” olarak tabir edilen zat Mehdî (Aleyhirrıdvân)dır.[3] Bu ifade ile kastedilen kişinin İsa (Aleyhisselâm) olduğunu söylemek isâbetli değildir. Zira bir başka Müslim rivâyetinde Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), İsa (Aleyhisselâm)’ın kendisine imamlık teklif edildiğinde “Hayır siz birbirilerinizin emirlerisiniz” [4] diyeceğini ifade buyurmaktadır.[5] Şu halde hadiste bahsi yapılan ve başka rivayetlerde de[6] mübhem/kapalı şekilde “sâlih bir adam” olarak yer alan zatın Mehdî (Aleyhisselâm) olduğu ortaya çıkmaktadır.[7]
2- لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي يُقَاتِلُونَ عَلَى الْحَقِّ ظَاهِرِينَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ قَالَ فَيَنْزِلُ عِيسَى بْنُ مَرْيَمَ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ فَيَقُولُ أَمِيرُهُمْ تَعَالْ صَلِّ لَنَا فَيَقُولُ لَا إِنَّ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ أُمَرَاءُ تَكْرِمَة اللّهِ هذِهِ الْأُمَّةَ
İmam Müslim’in ve başkalarının rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz 9 şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden bir taife hak üzere olarak kıyamete dek cihad etmeye devam edeceklerdir. Akabinde Meryem’in oğlu İsa (Aleyhimesselâm) inecek; müminlerin emiri ona ‘Bize namaz kıldır’ diyecek ve o da ‘Hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizler birbirinize emirsiniz’ buyuracaktır.”[8]
Bir önceki hadis-i şerifte olduğu gibi bu rivayette de “müminlerin emîri” olarak bahsedilen zat Mehdî (Aleyhirrıdvân)dır. Bu rivayetlerde kendisinden bizatihi ismiyle bahsedilmemiş bilakis sıfatı üzerine vurguda bulunulmuştur. Bu durum bazıları tarafından “Buhârî ve Müslim’de Mehdî ile ilgili sarih rivayet bulunmadığı” şeklinde yorumlanmıştır. Esasen bu iddia, Mehdî’nin zuhûrunu inkâr edebilmek için bir bahane olarak kullanılmaktadır. Zira biz aynı zihniyetin Buhârî ve Müslim’de apaçık şekilde ifade edilen Nüzûl-i Îsa (Aleyhisselâm) meselesini inkâr ettiklerini görüyoruz. Ayrıca böyle bir gerekçe Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın kıyamete yakın zuhur edeceği hakikatinin Sahihayn’da bulunmadığı manasına gelemeyeceği gibi buna dair hiçbir rivayetin sahih olmadığı anlamını da taşımaz. Nitekim, tüm sahih rivayetlerin bu eserlerde bulunduğunu ve bu iki kaynakta bulunmayan bir rivâyetin sahih olamayacağını hiç kimse söylememiştir. O halde, Mehdî’nin zuhûru her iki kaynakta kapalı ifadelerle yer almakta ve başka sahih rivayetlerde de açıkça anlatılmaktadır. Bir olayın üstü kapalı olarak anlatılması, yer aldığı kaynakta geçmediği anlamını asla taşımaz. Aksini iddia ettiğimizde, Ulûmu’l-Kur’ân ilminde “Mübhemâtu’l-Kur’ân” başlığı altında verilen misallerin Kur’ân’da yer almadığını söylemek durumunda kalırız ki bu da hakikatten son derece uzak bir iddia olur.
3- لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يَمْلِكَ النَّاسَ رَجُلٌ مِنْ أَهْلِ بَيْتِي، يُوَاطِئُ اسْمُهُ اسْمِي، وَاسْمُ أَبِيهِ اسْمَ أَبِي، فَيَمْلَؤُهَا قِسْطًا وَعَدْلًا
İbnü Hibbân’ın Sahîh’inde ve başkalarının muhtelif kaynaklarda rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır:
“İsmi benim ismim ve babasının ismi de babamın ismiyle aynı olan Ehl-i beytimden bir adam insanlara hükümdar olup dünyayı adalet ve hakkâniyetle dolduruncaya kadar kıyamet kopmayacaktır.”[9]
İbnü Hibbân’ın dışında Ahmed ibnü Hanbel,[10]Tirmizî,[11] Ebû Dâvûd,[12] Hâkim en-Nîsâbûrî,[13]el-Bezzâr[14] ve Taberânî[15]gibi hadis imamları da buna benzer rivâyetler nakletmektedirler.
4- الْمَهْدِىُّ مِنْ عِتْرَتِى مِنْ وَلَدِ فَاطِمَةَ
Ebû Dâvûd’un naklettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Mehdî benim Ehl-i Beytimdendir. Fatıma’nın evlâdındandır.”[16]
5- الْمَهْدِيُّ مِنَّا أَهْلَ الْبَيْتِ يُصْلِحُهُ اللَّهُ فِي لَيْلَةٍ
İmam Ahmed’in ve İbn Mâce’nin naklettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır:
“Mehdî bizden; Ehl-i Beyttendir. Allah onu bir gecede ıslâh edecek (Mehdîliğe liyakatli hale getirecek)tir.”[17]
Görüldüğü üzere Mehdî’nin zuhûru bizatihi Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tarafından haber verilmektedir. Bu durum, -ilk üç rivayette olduğu gibi- kimi zaman üstü kapalı bir ifade ile dile getirilmiş, bazen de bizzat “Mehdî” tabiriyle ifade edilmiştir. Ve son üç rivayette görüldüğü üzere hadisler mücerred bir Mehdî mefhumundan ziyade belli alâmetleri olan bir şahsiyetten söz etmektedir. ‘Âhir zamanda çıkacak olması’, ‘kendi isminin ve babasının isminin Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile aynı olması’, ‘Ehl-i Beytten olması’ gibi daha bir çok alâmet bu kabildendir. Eh-i sünnet ulemanın Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın mutlaka çıkacağını kesin bir dille ifade etmesinin ardında yatan en temel sebep, bu hakikatin Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den kat‘î bir sübut ile nakledilmiş olmasıdır. Resulüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in hevâdan konuşmayacağını,[18] bize ne verirse almamız gerektiğini,[19] ona kayıtsız şartsız itaat etmemizi,[20] verdiği hüküm karşısında itiraz edersek hakiki mümin olamayacağımızı[21] haber veren Kur’an âyetlerine inanan bizler bu konuda da Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in bildirdiği bu vakıaya iman etmekle mükellefiz.
Yoksa, belli bir zümrenin sürekli dillendirdiği gibi Mehdî inancı tarihin seyri içinde gelişen çeşitli olaylar nedeniyle zamanla itikat haline getirilmiş bir mesele değildir. Bu mevzuya böyle yaklaşmak Ehl-i Sünnet ulemanın bu noktadaki duruşunun altında yatan ana sebebi ıskalamak manasına gelecektir. Bu en hafif tabirle ulemaya karşı haksızlık etmek ve iftirada bulunmaktır. Şimdi de, Mehdî inancını inkâr edenlerin gerekçe olarak ortaya sürdükleri bazı şüphelere cevap vererek makalemize devam edelim.
A- MEHDÎ (ALEYHİRRIDVÂN)’IN ZUHÛRUNU İNKÂR EDENLERİN ŞÜPHELERİ VE CEVAPLARI
Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın kıyamete yakın zuhûr edeceğini inkâr edenlerin ortaya attıkları şüpheleri şu başlıklar altında cem ederek cevaplandırmamız mümkündür.
Bu mesele Kur’an’da geçmemektedir.
Kur’an’da geçmemesini gerekçe göstererek bu gibi hakikatlerin var olmadığını iddia etmek temelden arızalı bir yaklaşımdır. Zira, bu tutumun ardında Sünnet’in delil oluşunun inkârı yatmaktadır. Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e mutlak anlamda itaat edilmesi gerektiğini ifade eden onlarca ayete rağmen, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in bu meyandaki ifadelerinin bağlayıcı olmadığından bahsetmek müstakim bir mümin tavrıyla bağdaşmaz.
Üstelik, dinde bir şeyin sâbit olup olmadığı meselesine bu mantıkla yaklaştığımızda şu tarz sorulara muhatap olmamız kaçınılmaz olacaktır: ‘Dinde bir şeyin sabit olabilmesi için yegane kaynak olarak Kur’an’da bulunması gerektiği, Kur’an’da bulunmayan şeyin hakikat olamayacağına dair bir âyet mi var? Bu tarz meselelere ‘Kur’an’da yok’ mantığıyla yaklaşanların elinde böylesine kesin bir âyet olmalı değil midir ki din adına söylenenlerin mutlaka Kur’an’da bulunması gerektiğine dair genellemeyi kabullenebilelim. Oysa Allah (Celle Celâluhû) birçok âyet-i kerimede kendisinden sonra Resûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e itaati farz kılmıştır. Bu emir sadece Kur’an’da olanlara mahsus olsaydı Allah (Celle Celâluhû)’dan sonra Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e itaatin ne anlamı kalırdı?
Ayrıca bir şeyin dinen sabit olabilmesi için Kur’an’da bulunmasının zorunluluğunu kabul ettiğimizde, namazların vakitleri, rekat sayıları, kılınış şekilleri, zekâtın nisâbı, kaçta kaç verileceği, haccın farzları ve müfsidleri, hayızlı kadının –ondan uzak durulmasının dışındaki- ahkâmı, hasta adamın nasıl namaz kılacağı, Cuma namazı ve nasıl kılınacağı, Cenâze işlemlerinin nasıl yapılacağı, alışverişin tüm detayları ve güncel muamelât konularının tüm tafsilatıyla cevabı, uzak durmamız gereken ve durmazsak bize Allah (Celle Celâluhû)’nun harp açacağını ilan ettiği faizin ne olduğu, seferdeyken kâtip bulamadığımızda almamızın helal kabul edildiği rehinle ilgili meseleler, günümüzün en yaygın muamelelerinden biri olan kira akdi ve nasıl yapılacağı, yine en yaygın müesseselerden şirket, vakıf ve bunların ahkâmı, emanet mal konusundaki tazmin ve diğer konular, gasbın ahkâmı, ödünç vermede riayet edilmesi gereken hususlar, hünsânın ahkâmı gibi meseleleri Kur’an’da bulabilecek misiniz? Bulamayacağınızı rahatlıkla söyleyebileceğimize göre, insanlar arasındaki en meşhur muamelelerden olan tüm bunların gayr-ı İslâmî olduğunu mu savunacaksınız?
Ez cümle, Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın ahir zamandaki ortaya çıkışı Kur’an’da geçmiyor diye inkâr edilemez. Zira bunu iddia olarak ortaya attığımızda yukarıda zikredilenler gibi daha bir çok meselenin de Kur’an’da yer almadığı şeklindeki gerçekle karşı karşıya gelmiş oluruz ki bu müşkilin halledilebilmesi için de “Bütün bunların Sünnet’te yer aldığını” söylemekten başka çaremiz kalmayacaktır. Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûru meselesi de tıpkı bunlar gibi Allah Resulü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in haber vermiş olduğu bir hakikattir.
Ayrıca Kur’an’da Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın ortaya çıkışına dair hiçbir ayetin olmadığını iddia etmek de doğru değildir. Nitekim İbnü Ömer (Radıyallâhu Anhümâ) gibi birçok sahâbîden rivâyette bulunan, tâbiinin en önde gelen müfessirlerinden olan İmam es-Süddî (Rahimehullâh), “Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır”[22] âyetinde bahsedilen kimselerin Mehdî (Aleyhirrıdvân)‘ın ortaya çıkışı ve Konstantiniyye’nin (Roma)’nın fethi ile bu rüsvaylığı dünyada tadacaklarını ifade etmektedir.[23]
Yine bu konuda, “Allah, sizlerden iman edip amel-i salih işleyenlere, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için razı olduğu dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti”[24]şeklindeki âyet-i kerimede bahsedilen galibiyetin âhir zamanda Mehdî (Aleyhirrıdvân)‘ın zuhuruna işaret ettiği İbnü Kesîr gibi müfessirler tarafından beyan edilmiştir.[25]
Kur’an’da yer almayacak olsa bile Sünnetle sabit olması gayet mümkün olan bu hakikatin, bu gibi âyetlerin işaretlerine rağmen Kur’an’da kesinlikle geçmediğini söylemek de batıl bir iddiadır. Bu ayetlerin niçin Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın ortaya çıkışına işaret ediyor olamayacağı kesin bir delille ispat edilemedikten sonra bu iddia mesnetsiz kalacaktır. Sahici olmayan ve kuru hamasetten ibaret ezberci cümlelerle de böyle bir iddianın ispatlanabilmesi mümkün değildir.
Kurtarıcı beklentisi Müslümanları tembelliğe sevk etmektedir ve Kur’ân’a zıttır.
Mehdîlik itikadını inkâr edenlerin iddialarından biri de, bu inancın kurtarıcı bekleyip tembellik etmek anlamına geldiği ve bunun da Kur’an’a muhâlif olduğudur. Gerçek şu ki bu iddia da Mehdî itikadını ya anlamamak ya da bilerek saptırmaktan kaynaklanmaktadır. Zira, Mehdî’yi bekleyip çalışmamak, imkânları nispetinde gayretini ortaya koymamak diye bir tutum Müslümanların zihin dünyasında yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Tarihte bu inancı istismar etmiş olan sû-i misallerin emsal teşkil etmeyeceği zaten açıktır. Bu sebeple, Müslümanları Mehdîlik inancı üzerinden “kurtarıcı beklemek” ithamıyla suçlamak haksızlıktır. Müslümanlar, Mehdî’nin kıyamete yakın ortaya çıkacağına sadece ve sadece Resulüllah Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den bu minvalde gelen sâbit rivayetler sebebiyle iman etmektedirler. Bu durum, onların ömürleri boyunca bir kenarda oturup imkânları ellerinden gelen şeyleri yapmayarak Mehdî (Aleyhirrıdvân)’a ısmarladıkları manasına asla gelmez.
Ehl-i bidattan bu itikadı istismar edenler dışında İslâm tarihini okuyanlar bu inancı benimseyen hiçbir mü’minin rehavete kapılmadığını görecektir. Nitekim, bu itikadın fazlasıyla benimsendiği Maturîdî ve Eş‘arî toplumlardan müteşekkil Selçuklu ve Osmanlılar döneminde Müslümanların siyâsî, ekonomik, askerî, teknolojik sahalarda ne denli başarılara imza attıkları malumdur. Müslümanların Ehl-i Sünnet itikadında istikamet göstererek yaşadıkları bin yıllık muhteşem zamanları görmezden gelerek Mehdî inancının tarih boyu onları tembelliğe sürüklediğini iddia etmek mahza safsatadır. İstanbul’un fethine muvaffak olan Sultan Fatih bir Mâturîdî olarak Mehdî’nin zuhur edeceğine inanmakta değil miydi? Bu durum onu, İstanbul’un fethini Mehdi (Aleyhirrıdvân)’a bırakmaya mı sevk etti?
Ayrıca, güçlerini kaybetmiş ve ehl-i küfre karşı muzafferiyet için hasbel kader mücadele eden bir toplumun yeniden dirilme adına ‘bir komutan’ beklemesi de Kur’an’a zıt değildir. Zira, Mekke’nin fethinden önce orada kalıp Medine’ye hicret etmeyen ve müşriklerin türlü işkence ve zulümlerine maruz kalan Müslümanlar bu durumdan kurtulabilmek için, Allah’tan kendilerine bir yardımcı göndermesini istemişlerdi. Bu durum âyet-i celîlede şöyle ifade buyrulmaktadır: “Size ne oldu da Allah yolunda ve “Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!” diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar(ı kurtarma) uğrunda savaşmıyorsunuz!”[26]
Görüldüğü gibi âyette Müslümanlar, içinde bulundukları müşkil durumdan kurtulabilmek için Allah (Celle Celâluhû)’dan bir ‘kurtarıcı’ göndermesini talep etmektedirler.[27] Öyleyse, buna muvâfık olarak Müslümanların muhtelif alanlarda içine düşmüş oldukları zorlu durumlardan kurtulabilmek için bir ‘kurtarıcı’ beklemeleri neden Kur’ân’a muhalif bir durum sayılmaktadır?
Buna cevaben, Mehdî bekledikleri için bugün Müslümanların rehâvet içinde oldukları ve bu durumun çalışmaya teşvik eden âyetlere zıt olduğu söylenecek olursa şöyle deriz: Bugün Müslümanları rehâvete düşüren şey asla Mehdî beklentisi değildir. Zira birtakımları tarafından bu inancın ekranlarda inkâr edilmesi söz konusu olmasa belki Müslümanların çoğunun böyle bir itikadî gerçekten haberi bile olmayacaktır. Müslümanlar bugün, akidevî esasları bilmekten bu denli uzak hale gelmiştir. Bilakis onları asıl rehâvete sürükleyen saikler, bütünüyle her yanlarını sarmış bir dünyevileşme hastalığı ve ehl-i küfre benzeme marazıdır. Meselenin asıl yönüyle yüzleşebilme cesaretini göstermek yerine kendilerince uydurdukları sebeplerle bugünkü rehaveti Mehdî inancına bağlayanlar, Sünnet’i inkâr etme hastalığına mübtelâ olmuş nâdanlardır.
Bu inanç Müslümanlara diğer dinler ve kültürlerden intikal etmiştir.
Bu iddia da son derece ezberci bir yaklaşımın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Sünnet’e karşı menfi bakışlarını örtbas etmek isteyenler genellikle bu tarz meselelerin başka dinlerden intikal ettiğini dillendirmektedirler. Biz bu iddiayı ‘Mucize, kerâmet, kabir azabı, şefaat’ gibi birçok konudan yakinen tanımaktayız. Meselelere ilmî bir yaklaşım sergileyerek hakikate ulaşma yerine, kafadan kabullendikleri neticeyi delillere söyletmeye çalışanlar, muhataplarının savunduğu şeyin başka dinlerden intikal ettiğini söyleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadırlar. Bu, onların hususen son yıllarda bir hayli geliştirdikleri sinsi bir yöntemdir.
Oysa İslam’da mevcut saydığımız bir şeyin bizatihi kendisinin veya benzerinin diğer dinlerde bulunmasını o dinden intikal etmiş olarak kabul edersek karşımıza içinden çıkamayacağımız müşkil durumlar çıkabilir. Mesela, Kur’an bize Musa (Aleyhisselâm)’ın doğduğunda annesi tarafından Nil nehrine bırakıldığını ve sonra Firavun’un eşinin onu sudan çıkararak kendilerine evlat edindiğini haber vermektedir. Bu olayın -küçük detay farklılıklarıyla- Tevrat’ta da anlatıldığını görmekteyiz. Buradan hareketle ilgili kıssanın Kur’an’a Tevrat’tan intikal ettiğini söyleyebilir miyiz?
Keza Kur’an’da anlatılan Firavun’un kavmine bela olarak gönderilen Kurbağa istilası, çekirge belası, kan musibeti gibi olayların benzer surette Tevrat’ta anlatılıyor olması Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in bunları Yahudilerden öğrenerek Kur’an’a aldığı iddiasını doğru çıkarabilir mi? Eski ahitte geçen mucizelerden birisi Yunus (Aleyhisselâm)ın balığın karnında günlerce kalmasına rağmen ölmemesidir. Buradan hareketle bu kıssanın Kur’an ayetlerine ehl-i kitabın kaynaklarından geçtiğini söyleyebilir misiniz? Bu misallere, İsa (Aleyhisselâm)ın hastaları iyileştirdiği ve ölüleri dirilttiğine dair mucizelerin yer alıyor olması gibi birçoğunu eklemek mümkündür. Nasıl ki bizler, tüm bunlara dayanarak Kur’an’da yer alan bu gibi hususların ehl-i kitabın eserlerinde yer almasını ‘diğer dinlerden devşirme’ olarak değerlendirmiyorsak bahsinde olduğumuz mevzuda da aynı tavrı takınmamız gerekmektedir.
Mehdî inancının Müslümanlara diğer kültürlerden intikal ettiği iddiasına gelince, bu inancın İslâm öncesi toplumlarda var olduğu, Sümerler’de doğduğu, Babiller’de ve Mısırlılar’da geliştiği söylenmektedir. Tarih boyu kültürler arasında yaşanmış etkileşimler de sosyolojik açıdan inkâr edilemeyecek bir hakikattir. Ancak bir diğer inkâr edilemez gerçek de, bu etkileşimde baskın olan tarafın diğerine kültür aşılayacağı gerçeğidir. Buna göre, tarih boyu İslâmî futûhâtın yayılmasıyla geniş bir coğrafya hâkimiyeti sağlanmışken, neredeyse her alanda tesis edilmiş muhteşem bir ilerleme söz konusu iken, diğer milletlerin parmak ısırarak baktığı devasa bir güç eldeyken Müslümanları sair kültürlerden ‘Mehdî inancı’ ithal etmeye sürükleyen sebep ne olabilir? Bu soruya tarihin bu gerçeklerini göz ardı etmeden sahici bir cevap verilebilir mi? Konumları ve durumları açısından bizden Mehdî inancını almaları gereken farklı kültürlerden bizim Mehdî inancını almış olduğumuzu söylemek içi boş bir iddia olmaktan öteye geçmeyecektir.
Son olarak şunu da ifade etmiş olalım: İslâm dininin evvelki dinler gibi tahrif edilememiş olmasının en büyük nedeni bu ümmetin dini muhafaza etmek için tesis edip geliştirdiği “isnad ilmi”dir. Ümmetin âlimleri isnad ilmi sayesinde neyin dinde sabit olup neyin bidat olduğunu kesin ve keskin çizgilerle belirlemiştir. Bu nedenle bu ümmet asırlar boyu ‘neye inanıp neye inanmayacağı’ konusunda hiçbir sorun yaşamadan ayakta kalmış ve istikametini muhafaza etmiştir. Bugün Mehdî meselesi mevzu bahis olduğunda bu itikadın başka kültürlerden bize intikal ettiğini savunanların temel sorunu, kendi ulemasına, müktesebatına, tarihine, köklerine ve dinine güvenmeme problemidir. Bu söylem, zımnında ‘bu din başka kültürlerden etkilenecek kadar sistemsiz, düzensiz ve temelleri sakat bir dindir’ anlayışını barındırmaktadır.
Bu mevzu ilk dönem âlimlerinin eserlerinde yer almamaktadır.
İlk dönem âlimlerinin eserlerinde yer alan bir yığın hakikati inkâr eden zihniyetin, Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûrunu inkâr etmelerini buraya bağlaması bunun sadece bir bahaneden ibaret olduğunu zaten göstermektedir. Ayrıca, imamlarımızın eserlerinde Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın âhir zamanda geleceğine yer vermemeleri, bunu inanılması gereken bir husus olarak görmediklerine delalet etmez. Zira onlar eserlerinde kıyamet alâmetlerine iman etmemiz gerektiğini zaten vurgulamışlardır. Daha hususî olarak İsa (Aleyhisselam)’ın nüzulüne iman etmemiz gerektiğini de belirtmişlerdir.[28] Bu durum onların Nüzûl-i İsa (Aleyhisselam)‘a dair rivayetleri mu‘temed kabul edip üzerine akide bina edilecek derecede kuvvetli gördüklerini de göstermektedir. Nuzûl-i İsa (Aleyhisselam) rivayetlerinin bir çoğu Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın zuhûrunu da tazammun ettiğinden dolayı, nuzûle iman edilmesi gerektiğini söylemek dolaylı olarak Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın zuhurunu da zikretmek manasına gelmektedir.
Bu konuya dolaylı olarak değinmediklerini varsaysak bile bu durum yine onların bunu iman edilmesi gereken bir şey olarak görmedikleri manasına gelmeyecektir. Zira akide metinleri muhtelif zamanlarda yazılmıştır ve her birerleri kendi zamanlarındaki itikadî problemlere temas etme gayesi gütmektedir. Bu sebeple bu metinler mukayeseli şekilde incelendiğinde bazı esaslara değinip değinmeme konusunda birbirlerinden farklı oldukları görülecektir. Bu durum, diğerinin değindiği esasa yer vermeyen metin sahibinin ona inanmadığı veya inanılmasını gerekli görmediğinin delili sayılamaz.
Şu da ifade edilmelidir ki, Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın kıyamete yakın ortaya çıkışı harikulade bir şekilde olmayacaktır. Zira o, normal insanlar gibi anne-babadan doğacak ve büyüyüp gelişecektir. İsa (Aleyhisselâm)‘ın nüzûlü gibi çok daha harikulade bir hadiseyi iman etmemiz gereken bir inan. esası olarak zikreden imamlarımızı Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın zuhûruna husûsen değinmemeye sevk eden bir sebep de bu nokta olabilir. Şu halde, imamlarımıza göre Nuzûl-i İsa (Aleyhisselam)’a iman etmemiz gerekiyorsa Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın zuhuruna evleviyetle iman etmemiz gerektiğini söyleyebiliriz. Zaten İsa (Aleyhisselam)’ın inişinin, Mehdî (Alreyhirrıdvân)’ı Deccâl’den kurtarmak için olacağı sahih hadislerde beyan edilmişken[29] bu konu birbirinden ayrı nasıl düşünülebilir?
Ali el-Müttakî’nin el-Burhân’ında Mehdî rivayetleri bağlamında Hz. Peygamber e, sahâbe ve tabiînden gelen üç yüz küsur rivayete yer vermesi de bu meselenin ilk dönemlerde son derece yaygın olduğunun bir delilidir. Zira o dönemlerde hayli yaygın olmayan bir mesele hakkında selefin bu iki tabakasından bunca rivayetin gelmesi mümkün değildir.
Mehdi’nin zuhur edeceği hususunda ittifak yoktur. İslâm âlimleri bu hususta ihtilaf etmiştir.
Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın zuhûr edeceğinde ulema ittifak halindedir. Şayet mezkûr iddia ile, bu ittifaka zarar veremeyecek nitelikteki ihtilaflar kastediliyorsa bu tarz ihtilaflarla neredeyse her meselede karşılaşmamız mümkündür. Şaz olarak tavsif edilen görüşleri de hesaba katarak akîdevi esaslara şüphe düşürme çabası asla ilmî bir tavır değildir. Nitekim bizler, Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın kıyamete yakın zuhur edeceğine dair hadisleri inkâr eden ve bu hakikate karşı çıkan kayda değer isimler bilmiyoruz. Bu mevzu sadedinde karşımıza çıkanlar sadece şunlardır:
İbn Haldun Mukaddime’sinde, muhaddislerin menhecine göre Mehdî hadislerinin büyük bir kısmının tenkitten hâlî olamayacağını söylemiş[30] ve ortaya çıkması söz konusu olabilecek bir Mehdî varsa onun da Fatımî’lerden olacağını söylemiştir.[31] Fakat İbn Haldun Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûrunu kesin bir dille inkâr etmemiş bilakis mütereddid bir tutum ortaya koymuştur. İşin ehli âlimler İbn Haldun’un alanı olmayan bir mesele hakkında konuştuğunu ve hata ettiğini söylemişlerdir.[32] Dolayısıyla konu hakkında görüşlerine itimat etmemiz gereken bilcümle muhaddis imamlar bu hadislerle ilgili menfi bir tavır ortaya koymazken sadece İbn Haldun’un belirttiğimiz ifadelerine dayanarak meseleyi tartışmalı gibi göstermek hakkaniyet ilkesiyle bağdaşmaz.
Mehdî meselesini inkâr edenlerden biri de Hût el-Beyrûtî’dir. Esne’l-Metâlib isimli eserinde Mehdî’nin ehl-i beytten olduğu ve Cenab-ı Hakk’ın onu bir gecede mehdiliğe kabil kılacağını ifade eden hadisi zikretmiş ve senedini tenkit etmiştir.[33]
Meşhûr modernist Muhammed Reşid Rıza da Mehdî meselesini inkâr edenlerdendir. Nitekim o, Mehdî rivayetleri arasında açık ve kuvvetli bir çelişkinin olduğunu, bu rivayetlerin arasını cem etmenin son derece zor olduğunu, inkâr edenlerin kabul edenlere nispetle daha fazla olduğunu, bu rivayetlerde şüphenin fazlasıyla zahir olduğunu ve Buhârî ve Müslim’de bu meseleye dair rivayet bulunmadığını söylemiştir.[34]
Bir diğer modernist Ferid Vecdi de, Mehdî rivayetlerini okuyan kimselerin Resulüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’i bu gibi ifadelerden tenzih etmekte şüphe etmeyeceğini, zira bu rivâyetlerde abartı, tarihlerde karışıklık, mübalağada aşırıya gitme, insanların işlerini bilmeme ve sünnetullaha muhalif ifadeler gibi noksanların mevcudiyetini görebileceğini söylemektedir.[35]
Son dönem sünnet inkârcılığının zirve isimlerinden biri olduğunu söyleyebileceğimiz Ahmed Emîn de Duha’l-İslâm’ında, Mehdî itikadının yaygınlaşmasının dînî, ictimâ‘î ve siyâsî sebeplerinin olduğunu fakat kendi düşüncesine göre bu inancın Ric‘at akidesine inanan Şî‘a’dan alındığını ifade etmektedir.[36]
Bunların dışında Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın âhir zamandaki zuhurunu inkâr eden belki birkaç isimden daha bahsedilebilir. Ne var ki, bu isimlere de bakıldığında büyük çoğunluğunun zaten şâz görüşleriyle bilinen modernist ve sünnet inkârcısı şahsiyetler olduğunu görüyoruz. Bu şahıslar, Buhârî ve Müslim’de bulunmasına rağmen Nuzûl-i Îsâ (Aleyhisselâm) konusunu inkâr eden kişilerdir. Bu zatların din âlimi olarak takdim edilmesi de doğru değildir. O halde, bu tarz isimlerin, daha kat‘î şekilde sabit olan diğer meselelerdeki inkârcı tutumları ortada iken Mehdî meselesini inkâr etmeleri garipsenecek bir durum değildir. Asıl garip olan şey, İslâm tarihinde yüzbinlerce muhaddis, müfessir, mütekellim ve fakîhin hiç itiraz etmediği bu akide esasını ihtilaflı bir mesele olarak gösterme çabasıdır. En netice, bu mevzu mutemet kabul edilebilecek tüm İslam ulemasının ittifak ettiği bir meseledir. Neredeyse tamamının modernist isimlerden oluştuğu bir zümrenin inkâr etmesi bu konunun ihtilaflı olduğunu göstermez. Kur’ân’ın bazı hükümlerine bile itirazı olanların hiçbir görüşü dinde hükme medâr olamaz.
Mehdî hadisleri haber-i vâhiddir. Haber-i vâhid ile akide sâbit olmaz.
Mehdî rivayetlerinin haber-i vâhid olduğu da yukarıda birkaçından bahsettiğimiz modernistlerin iddiasıdır. Sözgelimi, bu mevzu sadedindeki rivâyetlerin sübûtî açıdan sorunlu olduğu düşüncesini oluşturabilmek için bu iddiayı sıklıkla dillendirmektedirler. Oysa hadis ve isnâd alanında mütebahhir olan ulemaya baktığımızda, bu âlimlerin Mehdî rivâyetlerini mütevâtir saydıklarını görmekteyiz.
Bu isimler cümlesinden olarak el-Âburrî,[37] el-Kurtubî,[38] el-Mizzî,[39] İbn Hacer el-Askalânî,[40]es-Sehâvî,[41]es-Suyûtî,[42] İbn Hacer el-Heytemî,[43] Ali el-Kârî,[44] el-Berzencî,[45]es-Seffârînî,[46] el-Kınnevcî[47] gibi âlimleri zikretmek mümkündür. Ayrıca Muhammed b. Cafer el-Kettânî, mütevâtir olan hadisleri zikretme maksadıyla kaleme aldığı Nazmu’l-Mütenâsir isimli eserinde Mehdî rivayetlerinin toplam yirmi sahâbîden nakledildiğini belirtmiş ve şöyle demiştir: “Velhasıl beklenen Mehdî hakkında vârid olan hadisler mütevâtirdir.”[48] Mehdî rivayetlerini aktaran sahâbe sayısının 26 olduğu da belirtilmektedir. Meşhur muhaddislerden Ali el-Müttakî de hassaten İmam es-Suyûti’nin el-Arfu’l-Verdî’ sinden istifade ederek telif ettiği el-Burhân’ında, bu konu meyanında merfû, mevkûf ve maktû‘ olarak üç yüz rivâyet aktarmaktadır.[49] Sahasında mâhir bu kadar âlimin Mehdî rivayetlerinin mütevâtir olduğuna dair tasrîhatını görmezden gelerek, dini konuları zaten modernitenin gözlüğüyle ele alan birkaç ismin bu rivâyetlerin ‘haber-i vâhid olduklarına dair beyanlarını’ esas alanların hakkı ortaya çıkarma niyetiyle hareket ettiklerini söylemek mümkün değildir. Velhâsıl, Mehdî rivayetlerinin haber-i vâhid oldukları yönündeki iddia ezberci taifenin temelsiz iddialarından biridir.
Ayrıca haber-i vâhidlerin akidede delil olmayacağı görüşünü sürekli öne sürerek bu gibi meseleleri inkâr etmek de ulemanın bu konudaki görüşünü anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Zira âlimlerin bu sözü, haber-i vâhidlerin akaidin aslını teşkil eden ve tevatürle sâbit olması gereken meselelerle ilgilidir. Şöyle ki, kelâm ulemasına göre ilim/bilgi; ‘Manaların arasını ayırmayı gerektiren ve zıttına ihtimal etmeyen bir sıfat’tır.’[50] Öyleyse onlar nezdinde ilim denen şey, zıttına hiç ihtimali olmayacak kesinlikte olmalıdır. Yani dinin esaslarını teşkil eden konularda aranan bilgi bu mahiyette olmalıdır. Bir diğer tabirle, akîdevi sahada dinde kat‘iyyen sâbit olduğunu ve inkâr eden kişinin de küfre gireceğini söyleyebileceğimiz meseleler bu türden ‘ilim’ ifade eden delillerle sabit olmalıdırlar. Buna göre, haber-i vâhidlerin ilim ifade etmeyeceğini yahut akidede delil olamayacağını söyleyen ulemamız, bu haberlerin zıttına hiç ihtimali olmayacak şekilde kat‘î ilim ifade etmeyeceğini; inkâr eden kişinin tekfir edilmesinin gerekeceği şekilde delil olamayacağını söylemektedirler. Nitekim, İmam el- Bakıllânî’nin “أخبار الآحاد لا يجب القضاء بها في القطعيات /Haber-i vâhidler ile kat’î meselelerde hüküm vermek vacip olmaz”[51] şeklindeki sözü de bu söylediğimizi teyit eder mahiyettedir.
Zira, ulemaya göre akidevi konular ikiye ayrılmaktadır: Aslî olan meseleler ki bunlar dinin zarûriyyatını oluşturan ve inkâr edilmesi durumunda tekfiri gerektiren konulardır. Haber-i vâhid bu meselelerde ilmi gerektirmez ve delil olmaz. Bir de tâlî olan meseleler vardır ki, bunlar da iman edilmesi gerekli olan fakat inkâr edilmesi durumunda tekfiri mûcip olmayan mevzûlardır. Ulemamız bu meselelerin haber-i vâhid ile sâbit olabileceklerini söylemişlerdir. Nitekim İbn Hümam’ın kelâm ilmine yönelik meşhûr tarifi bu noktaya ışık tutmaktadır: ‘Kelam, kişinin mükellef olduğu İslâm dinine mensub akaidi kesin bir ilimle, bazı meselelerde de zan (ifâde eden veriler) ile delillerinden bilmesidir.’[52] Bu tariften de anlaşıldığı üzere akide sahasına giren ve zanla sabit olabilen meseleler vardır. Bu, ulemanın inkâr ettiği bir şey değildir. Zira akaid ilminde, ru’yetullah, Münker-Nekîr süâli, kabir azabı, sırat, mizan vb. gibi birçok konu haber-i vâhid mesâbesindeki rivayetlerle sübut bulmasına rağmen ulema tarafından itikat esası olarak kaydedilmiştir.[53]
Ayrıca sahabe-i kirâm’dan veya tabiinden haber-i vâhidle hiçbir akide esasının sabit olmayacağına dair bir tek rivayet bile nakledilmemiştir. Yani onların tamamı haber-i vâhidle amel etmişlerdir. Öyle ki, bu husus, haber-i vâhidin zan mı ilim mi ifade edeceği konusunda ihtilaf edenlerin dahî ittifak ettiği bir noktadır. Buna rağmen, haber-i vâhidin sadece amelî meselelerde delil olabileceğini, itikadî konularda hiçbir bağlayıcılığının olmadığını söylemek, onu ahkâm sahasıyla sınırlamak anlamına gelecektir. Hiç şüphe yok ki böyle bir tahsis elbette ki ayet, hadis veya kat‘î olan bir icmadan ibaret muayyen bir delil isteyecektir.[54]
Oysa ulema haber-i vâhidin ameli gerektireceğini söylerken kalbî bir amel olan itikadı da bunun dışında tutmamışlardır. Bu sebeple es-Sem‘ânî,[55] Ğezâlî[56] ve Abdülaziz el-Buhâri[57] gibi âlimler haber-i vâhidle amel edilmesi gerektiğinin ilmi gerektiren kat‘î bir delille sabit olduğunu söylemişlerdir.[58]Nitekim, akide dediğimiz şey, kalbin bir şeye bağlanmasıyla ilgilidir. Kalbin bir şeye itikad etmesi ise ilimden ziyade bir şeydir. Çünkü kimi zaman ilmin olduğu yerde kalbin bağlanması söz konusu olmaz. Nitekim Ehl-i kitab, Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in hak peygamber olduğunu bilmelerine rağmen kalplerini bu bilgiye bağlamamamışlardı. Zira eğer bağlasalardı iman etmiş olacaklardı. Ve bizim ilmî anlamdaki hasımlarımızın delillerini biliyor olmamızla birlikte onlara inanmamamız da bu kabildendir. Kimi zaman da kalbin bağlanması/ akd söz konusu olduğu halde ilim olmaz. Meselâ mukallidin itikadı böyledir. Bu tasnife göre rahatlıkla şunu söyleyebilmemiz mümkündür: Haber-i vâhid, kesinlik seviyesindeki ilmi gerektirmemesine rağmen kalbin ameli olan itikadı gerektirici olabilir.[59]
Şu halde ulemanın haber-i vâhidlerle ilgili tamamen kat‘î ve tekfiri gerektirecek seviyede ilmi ifade etmediği anlamındaki sözlerini bu haberlerin hiçbir hükmünün olmadığı manasında yorumlamak açık bir tahriftir. Zira, ulemâ böyle bir şey söylememiştir. Bu sözleriyle maksatlarının ne olduğunu yukarıda kısa ve olabilecek en yalın haliyle anlatmaya çalıştık. Buna göre alettenezzül, Mehdî rivayetlerinin haber-i vâhid olduğunu kabul etsek bile –ki böyle değil, mütevâtirdir- kişinin buna itikat etmesi gerekecektir. Kaldı ki, mevzunun bu noktası Mehdî rivayetlerinin haber-i vâhid olduğunu kabul ettiğimizde konuşulacak bir husustur. Halbuki,-yukarıda da aktardığımız üzere- bu rivâyetler bir çok imama göre zaten manevî mütevâtir seviyesine ulaşmıştır.
Mehdî rivâyetleri ya zayıf ya da uydurmadır.
Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûruna dair gelmiş olan tüm rivayetlerin zayıf veya uydurma olduğunu söylemek de aynı şekilde ezberden konuşmaktır. Zira, bunu iddia edenler meseleye dair vârid olan rivâyetlerin senet ve metin açısından tahlilini yapmadan bunu söylemektedirler. Buna muktedir olabilecek seviyede ilim sahibi olmamaları bu söylediğimizin bâriz bir ispatıdır. Oysa mevzuya dair ihtisas ve söz sahibi olan ulemamızın bu iddianın aksi yönündeki görüşlerini yukarıda beyan etmiştik.
Mehdî (Aleyhirrıdvan) hakkındaki rivâyetler içerisinde mevzu olan, Şia’nın Mehdî telakkisinden kitaplara geçmiş olan yahut zayıf olan rivayetler yok mudur sorusuna elbette ki ‘hiç yoktur’ cevabını veremeyiz. Nitekim konu hakkında müstakil eserler telif eden ulemamız ve rivayetlerin sened ve metin açısından tenkidini yapan muhaddisler bazı rivayetlerin mevzu ya da zayıf olduğuna tembihte bulunmuşlardır. Fakat bu durum Mehdî rivayetlerinin tamamının uydurma ya da zayıf rivayetlerden ibaret olduğunu asla göstermez. Eğer meseleye böyle yaklaşılacak olursa namaz ve zekât gibi tevatürle dinde sabit olmuş başka meselelerle ilgili mevcûd olan uydurma yahut zayıf rivayetlerin de onların sübutuna şüphe düşürdüğünü söylemek durumunda kalırız ki böyle bir şeyi İslam tarihi boyunca hiç kimse savunmamıştır.
Özetle, bir mesele sahih ve hasen rivayetlerle sâbit olduktan ve subûtu açısından manen mütevâtir seviyesine ulaştıktan sonra o konu hakkında başka uydurma veya zayıf rivayetlerin gelmiş olması onun sübutuna zarar vermez. Bilakis, vârid olan zayıf rivayetler sübutunu takviye bile eder. Şu halde Mehdî meselesi de böyledir. Hakkında bir çok sahih ve hasen rivayetler vârid olmuştur. Bu mevzuyla ilgili kaleme alınmış eserlerdeki tahlillere bakıldığında bu durum tüm yalınlığıyla görülecektir.[60] Mehdî rivâyetlerinin sıhhat durumuna dair yapılmış bunca emek ürünü çalışmalarla, ilgili rivayetler içerisinde sahih, hasen, zayıf ve mevzu olanlar tespit edilmişken bu emeği hiçe sayarak ‘tamamının zayıf ya da uydurma’ olduğunu söyleyebilmek ne ilimle ne iz’anla ne de insafla asla bağdaşmaz. Şu halde, bu genellemeci iddianın da tamamen ezberlenip nakledilen içi boş cümlelerden ibaret olduğu ortaya çıkmıştır.
Mehdilik meselesi tarihten bugüne hep istismar edilegelmiştir.
Bir şeyin istismar edilmesi onun gerçek olmadığı manasına gelmez. Bilakis, onun aslının hakikat oluşuna delalet der. Zira, hakikati olmayan bir şeyin istismarı da söz konusu olmaz. Şu halde, Mehdî (Aleyhirrıdvân) rivayetlerinin düpedüz istismarı anlamına gelen tarihte ve bugün ortaya çıkan sahte Mehdîler, Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz’in haber verdiği Mehdî (Aleyhirrıdvân)‘ın gelmeyeceğinin belirtisi olamazlar.
Meseleye istismar zaviyesinden bakarsak şu sorulara muhatap olmamız da kaçınılmaz olur: Nübuvvetin istismarı olmadı mı tarihte? Yahut bugün de olmuyor mu? Nitekim, geçmiş zamanlarda ve bugün zaman zaman ortaya çıkan sahte peygamberler bu durumun apaçık numûnesi değil mi? Sahte peygamberlerin kendilerine vahiy geldiği iddiasıyla ortaya çıkarak kendilerince Allah (Celle Celâluhû)nun onlara kitap yazdırdığını iddia etmeleri vahyin ve kutsal kitabın istismarı değil midir? O halde biz bu istismarlara bakarak Nübüvvet müessesesini, vahiy mefhumunu, Cenab-ı Hakk’ın bazı peygamberlerine verdiği mukaddes kitapları topyekûn inkâr edilebilir mi? Benzerleriyle çoğaltılabilmesi hayli mümkün olan bu gibi sorulara vereceğimiz cevap nasıl ki ‘hayır’ olacaksa, hakkaniyet adına Mehdî istismarı konusuna yaklaşımımız da aynı olmalıdır. Sonuç olarak, Mehdî rivayetlerinin sübutu ortada iken, böyle bir hakikatin gerek tarihte ve gerekse bugün istismar edilmesinden hareketle inkâr edilmesi son derece mantıksız ve tutarsız bir tavırdır.
İsa (Aleyhisselâm) dışında Mehdî yoktur rivayeti
Mehdî meselesini inkâr edenlerin bir mesnedi de “İsâ (Aleyhisselâm)’dan başka Mehdî yoktur” rivâyetidir. Bu rivâyet İbn Mâce,[61] Hakim,[62] Ebu Nuaym[63] tarafından nakledilmiştir. Fakat Beyhaki ve Hâkim bu rivayetin zayıf olduğunu İmam Zehebî de ‘münker’ olduğunu belirtmişlerdir.[64] Ali el-Kâri de bu rivayetin muhaddislerin ittifakıyla ‘zayıf’ olduğunu söylemiştir.[65] Nitekim senedinde bulunan Ebân b. Sâlih muhaddis imamlarca ‘metrûku’l-hadîs/ hadisi terkedilmesi gereken biri’dir.[66]
Hadisin zayıf olduğunu söyleyen âlimlerin görüşü üzerinden gitsek dahi, bu rivâyetin Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın ahir zamanda zuhûr edeceğini bildiren sahih rivayetlerle çelişemeyeceği açıktır. İmam el-Kurtubî meseleyi izah sadedinde, bu hadisin zayıf olduğuna dikkat çektikten sonra mana olarak, “Tüm günahlardan korunmuş ve kâmil anlamda İsa (Aleyhisselâm)’dan başka Mehdî yoktur” şeklinde anlaşılmasının doğru olacağını söylemektedir. Böylelikle bu hadisin Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhuruna dair gelmiş rivayetlerle çelişmesi de söz konusu olmayacaktır.[67] Et-Tîbî’nin de hadise dair tevili böyledir.[68] O halde, Mehdî meselesine dair gelmiş o kadar sahih rivayetlere bakmayıp, muhaddislerin ittifakla zayıf dediği sübûtu müşkil olan bu rivâyet üzerinden bu hâdiseyi inkâra kalkmak da ilim, iz’an ve insafla bağdaşabilecek bir tutum değildir. Ayrıca, bu rivayetin diğer sahih rivayetlerle çelişmemesi adına yukarıda naklettiğimiz şekilde tevil edilmesi de mümkün iken diğer rivayetleri inkâra kalkışmak hakkaniyetle hareket edilmediğinin göstergesi olur.
Sözün özü, bu rivayet zayıf bir rivâyettir. Mehdî’nin zuhuruna dair gelmiş sahih rivayetlerle çelişebilmesi mümkün değildir. Bu durumda yapılabilecek en güzel şey, bu rivayeti ‘kâmil ve günahsız Mehdî olarak sadece İsa (Aleyhisselâm) vardır’ şeklinde anlamaktır. Bu durumda ilgili hadis, Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhurunu haber veren sair rivayetlerle de çelişmemiş olacaktır. Zaten muhaddis imamlarımızın hadisle ilgili görüşleri de bu minvaldedir.
B- MEHDÎ ALEYHİRRIDVÂN ORTAYA ÇIKTI MI?
Mehdîlik meselesi üzerinde konuşurken, önemle dikkat çekmemiz gereken noktalardan biri de günümüz itibarıyla Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın ortaya çıkıp çıkmadığı konusudur. Zira günümüzde bu mefhûmu farklı amaçlara mebni olarak istismar edenlerin kimi açıkça ‘Mehdîyim’ diyerek ortaya çıkmakta kimileri ise ileride buna zemin teşkil edebilecek söylemler ortaya atmaktadırlar. Hemen belirtelim ki, Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın kesinkes zuhûr edeceği rivayetlerde belirtilmekteyse de ne zaman ortaya çıkacağına dair bir tasrihe rastlamak mümkün değildir. Fakat ilgili rivâyetler Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın hangi vasıfları taşıyacağını ve nasıl bir ortamda zuhur edeceğini haber verdiği için bugünkü istismarları rahatlıkla keşfedebilmek hiç de zor değildir. Ne var ki, toplumumuzda gerek dînî bilgiler noktasındaki zafiyet ve gerekse insanımızın ön plana çıkan saf duyguları bu tarz istismarların karşılık bulmasına da sebebiyet vermektedir.
Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın ne zaman zuhur edeceğine dair net bir şey söyleyebilmek mümkün değilse de bugün bu söylemle ortaya çıkanların tepeden tırnağa sahtelik ridasına büründüğünü söylemek hiç de güç değildir. Zira hem taşımış oldukları vasıflar hem İslâm’ın dünya genelindeki şu anlık durumu hem de diğer rivâyetlerde alâmet olarak sayılan durumların meydana gelmemiş olması söylediğimizin delilidir. Bu mesele hakkında İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) ile Mahmud Efendi Hazretlerimizin görüşlerinin aktarılmasında fayda mülahaza ediyoruz.
İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû)’ya göre başından ilk çeyrek geçerse o yüzyılda artık Mehdî (Aleyhirrıdvân) zuhur etmez.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (Kuddise Sirruhû), Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın ortaya çıkışından bahsetmiş olduğu mektuplarda, onun ikinci bin yılda geleceğini ve zuhûr edeceği asrın ilk çeyreğinde ortaya çıkacağını belirtmektedir. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin bu konudaki görüşü bir başka manaya ihtimal etmeyecek kadar açık ve nettir. Nitekim birazdan aktaracağımız aslî ibareler ve tercümelerinde bu durum görülecektir.
Ne var ki, Mehdeviyet meselesi üzerine konuşmalar yapan bazıları, İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû)’nun bu minvalde bir görüşünün olmadığını, Mektûbât’ın farsça aslında böyle bir ifadenin var olmadığını, bu mananın Mektûbât mütercimi tarafından yanlış bir tercümeyle Arapçasına kaydedildiğini ifade etmektedirler. Bu iddia sahiplerine göre, İmam-ı Rabbânî hazretleri Mektûbat’ın farsça aslında Mehdî’nin ortaya çıkışına dair ‘kudûm’ ifadesini kullanmaktadır. Mütercim ise bu ifadeyi ‘zuhûr’ olarak tercüme etmiştir. Dolayısıyla buradan hareketle bazı hocalar, Mehdî’nin gelişini yüzyıllar sonraya atmışlar ve bunu da mezkûr tercüme hatası üzerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerine nispet etmişlerdir.
Ne amaçla söylendiğini anlayamadığımız bu ifadelerin gerçeği yansıtmadığını belirtmeliyiz. Zira ‘kudûm’ kelimesinin mütercim tarafından ‘zuhûr’ olarak tercüme edilmesinde manaya bu denli aksedecek ne gibi bir farklılık olacaktır? Arapça ve Farsçaya vukufiyeti olanlar her iki kelime arasında bu kimselerin iddia ettikleri gibi bir farklılık olmadığını zaten anlayacaklardır. Aşağıda Arapça ve Farsça ibarelerini vererek her iki ibarenin de tercümelerini kaydedeceğiz. Böylelikle iddia edildiği gibi, bu meselede Farsça ve Arapça tercüme arasında manaya bu denli aksedecek olan herhangi bir farklılığın olmadığı rahatlıkla görülmüş olacaktır.
Arapça Metin[69]:
(اعلم) أن الأولياء الذين يظهرون من أمته صّلى الله عليه و سّلم بعد مضي
ألف سنة من ارتحاله صّلى الله عليه و سّلم يكونون أكمل وإن كانوا أقل ليحصل تقوية الشريعة على الوجه الأتم ولهذا يكون مجئ المهدي الذي بشر خاتم الرسل عليه وعليهم الصلاة و السلام بقدومه المبارك بعد مضي ألف سنة
Arapça Metnin Tercümesi:
Bil ki; Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in ahirete irtihalinden bin sene geçtikten sonra ümmeti arasında zuhur eden veliler sayıca az da olsalar, şeriatın takviyesini en güzel şekilde yerine getirebilmeleri için kemâlât bakımından önceki velîlerden daha üstün olurlar.
Bundan dolayıdır ki; son peygamber -ona ve diğer peygamberlere salat ve selam olsun- tarafından mübarek gelişi müjdelenen Mehdi aleyhi’s-selamın bu gelişi bin sene geçtikten sonra gerçekleşecektir.
Farsça Metin:
Farsça Metnin Tercümesi:
…Son peygamberin -ona ve diğer peygamberlere salat ve selam olsun- mübarek kudümünü (gelişini) müjdelediği Hazreti Mehdi bin sene geçtikten sonra vücuda gelecektir.
Arapça Metin[70]:
وشروع آخرية هذه الأمة من بداية الألف الثاني من ارتحال النبي صّلى الله عليه و سّلم فإن لمضي الألف خاصية عظيمة في تغير الأمور وتأثير قوي في تبدل الأشياء ولما لم يكن في ملة هذه الأمة وسيرتها نسخ وتبديل ظهرت نسبة السابقين بطراوتها القديمة ونضارتها السابقة في المتأخرين بالضرورة وحصل تأييد الشريعة وتجديد الملة في الألف الثاني والشاهد العدل لصدق هذه الدعوى عيسى على نبينا وعليه الصلاة و السلام والمهدي عليه الرضوان يعني وجودهما في هذا الألف
Arapça Metnin Tercümesi:
“Bu ümmetin âhirliği, Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in ahirete irtihalinden sonra ikinci bin yıla girilmesi ile başlar. Zira bin senelik bir sürenin geçmesinin, birçok işlerin değişmesi hususunda büyük bir hususiyeti ve varlıkların değişikliğe uğraması konusunda kuvvetli bir etkisi vardır. Bu ümmete verilen dinde nesih ve değiştirme söz konusu olmadığı için öncekilerin nispeti, eski tazeliği ve parlaklığı ile şüphesiz sonrakilerde de ortaya çıkmış ve ikinci bin yılda şeriatın kuvvetlendirilmesi ve dinin yenilenmesi gerçekleşmiştir. Bu davanın adil şahidi İsa aleyhi’s-selam ve Mehdi aleyhi’r-rıdvandır. Yani onların bu bin yılda var olmasıdır.”
Farsça Metin:
Farsça Metnin Tercümesi:
(…) “Öncekilerin nispeti, eski tazeliği ve parlaklığı ile sonrakilerde de ortaya çıkmış ve ikinci bin yılda şeriatın kuvvetlendirilmesi ve dinin yenilenmesi gerçekleşmiştir. Bu mananın adil şahidi İsa aleyhi’s-selam ve Mehdi aleyhi’r-rıdvandır.”
Arapça Metin[71]:
هذا المعنى في الصحراء واخبر جمع آخر ايضا بمثل ذلك وهذا الطلوع غير ذاك
الطلوع الذي يحدث حين ظهور المهدي فان ظهوره يكون على رأس مائة والآن قد
مضى من المائة ثمان وعشرون سنة
Arapça Metnin Tercümesi:
(Doğu tarafında görülen ve iki dişli bir boynuza benzeyen parlak bir direğin doğmasından bahis yaptıktan sonra:) “Bu doğuş, Mehdi zuhur ettiğinde gerçekleşecek olan doğuştan farklıdır. Zira Mehdi’nin zuhûru yüz yılın başında olur. Halbuki şu an yüz yılın başından yirmi sekiz sene geçmiştir.”
Farsça Metin:
Farsça Metnin tercümesi
“Bu doğuş, Mehdi’nin kudümü (geliş) vaktinde gerçekleşecek olan doğuştan farklıdır. Zira onun kudümü yüz yılın başında olur. Halbuki şu an yüz yılın başından yirmi sekiz sene geçmiştir.”
Arapça Metin[72]:
لأن عيسى عليه السلام ينرل في المدة المذكورة والمهدي عليه الرضوان
أيضا يظهر في تلك المدة
Arapça Metnin Tercümesi:
“İsa (Aleyhisselâm) bu müddet (ikinci bin yıl) içinde inecek, Mehdi aleyhi’r-rıdvan bu müddet içinde zuhur edecektir.”
Farsça Metin:
Farsça Metnin Tercümesi:
“İsa aleyhi’s-selam bu müddet (ikinci bin yıl) içinde inecek, Mehdi aleyhi’r-rıdvan bu müddet içinde zuhûr edecektir.”
Dikkatle bakılacak olursa, son aktardığımız bu ibarelerde İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Farsça aslında Mehdî (Aleyhirrıdvan)’ın ortaya çıkışını ‘zuhûr’ kelimesi ile ifade etmektedir. Bir önceki nakilde ise -iddia edildiği gibi- Farsçada ‘kudûm’, Arapça tercümede ‘zuhûr’ geçmektedir. Bu durum bir şeyi ortaya çıkartmaktadır: İmam-ı Rabbânî Hazretleri (Kuddise Sirruhû) Farsça aslında Mehdî (Aleyhirıdvân)’ın ortaya çıkışını hem ‘kudûm’ hem de ‘zuhûr’ ifadeleriyle anlatmaktadır. Şu halde ona göre de bu iki kelimenin mana açısından farklı olduğu düşünülemez. Lügavî açıdan zaten bu iki kelime manayı değiştirecek ölçüde birbirlerinden farklılık arz etmemektedir. Nitekim mütercimin de ‘kudûm’ü ‘zuhûr’ olarak rahatlıkla tercüme etmiş olması da bundan olsa gerektir. Ayrıca Üstâdımız Mahmud efendi Hazretleri ve onun da şeyhi Ali Haydar efendi hazretleri (Kuddise Sirruhumâ), Mektûbât’ı Arapçaya çeviren Muhammed Murâd hazretlerini çok takdir ederler ve çevirisini çok beğenirlerdi.
NETİCE:
Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûruyla ilgili ortaya atılan şüphe mâhiyetindeki îtirazlara verdiğimiz cevapların netîcesini şöyle özetlememiz mümkündür:
HAZRETİ MEHDÎ HAKKINDAKİ HADÎS-İ ŞERÎFLER MÜTEVÂTİRDİR
Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın âhir zamanda ortaya çıkarak, kaybolan İslâmî hakîkatleri Allah ﷻ’ın izni ile yeniden ihyâ edeceği Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tarafından haber verilmiştir. Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den bu meselede nakledilen çokça sahîh ve hasen rivâyet vardır. Bu rivâyetler muhaddis imamlarımızın da beyânıyla “mütevâtir” seviyesine ulaşmıştır. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in haber verdiği bu husûsa îmân etmek bir Mü’minin vazîfesidir.
Ehl-i Sünnet ulemâmızın Mehdî (Aleyhirrıdvân)’a inanmamız gerektiğine dâir ittifâkı vardır. Bu ittifâk, Mehdî meselesine dâir Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den gelen hadîslerin inkâr edilemeyecek derecede sâbit olmasından kaynaklanmaktadır. Aksi takdirde, Mehdî meselesi bâzılarının iddiâ ettiği gibi zamanla i’tikâd hâline gelmiş bir mevzû değildir. Kendilerini zâten Sünnet inkârcılığı düşüncesi ve şâz görüşleriyle tanıdığımız bâzı isimlerin Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûrunu inkâr etmesi bu meselenin İslâm âlimleri arasında ihtilaflı olduğunu göstermez. Zîrâ biz, sözüne îtimâd edilmesi gereken hiçbir âlimin doğrudan bu hakîkati inkâr ettiğini bilmiyoruz. Dolayısıyla Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın âhir zamanda ortaya çıkacağı husûsu ulemâmızın ittifâk ettiği bir meseledir.
MEHDÎ KONUSUNUN KUR’AN’DA GEÇMEDİĞİ GÖRÜŞÜ SÜNNET’İN DELÎL OLDUĞUNU İNKÂRDIR
Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın ortaya çıkışının Kur’an’da geçmediği ve bu sebeple hakîkat olmadığı iddiâsı temelden ârızalıdır. Zîrâ, İslâmî meselelere böyle yaklaşılacak olursa namaz, zekât dâhil bilcümle ibâdetlerin nasıl yapılacağı, fâizin ne olduğu, alışverişlerin İslâmî şartlara uygun şekilde nasıl yapılacağı, günümüzün en yaygın muâmelelerinden şirket, vakıf gibi müesseselerin dînimize uygun şekilde nasıl kurulup yürütüleceğine dâir Kur’an’da en ufak bir detaya bile rastlamamız mümkün değildir. Buradan hareketle bahsini yaptığımız şeylerin İslâm dışı olduğu söylenebilir mi? Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in Mehdî (Aleyhirrıdvân)’a hiç değinmediğini söylemek de doğru değildir. Nitekim, Bakara Sûresi’nin 114. Âyeti ve Nûr Sûresi’nin 55. Âyet-i kerîmelerinde Mehdî (Aleyhirrıdvân)’a işâret buyrulduğu müfessirler tarafından beyân edilmiştir.
MEHDÎ İNANCININ BAŞKA DİNLERDEN GEÇTİĞİ GÖRÜŞÜ TEMELDEN ÂRIZALIDIR
Mehdî inancının başka dinlerden ve kültürlerden bize intikâl ettiği de tutarsız bir iddiâdır. Zîrâ bir şeyin bizâtihî kendisinin veyâ bir benzerinin başka bir dinde veyâ kültürde yer alması bize o dinden intikâl ettiği anlamına gelmez. Aksi takdirde, Kur’an’da anlatıldığı şekliyle İsrâiloğullarına verilen belâların Tevrât’ta da anlatılıyor olması veyâ bâzı âyetlerde Hazreti ‘Îsâ (Aleyhisselâm)’a verildiği belirtilen mûcizelerin Yeni Ahit’te (İncîl’de) de yer alıyor olması bu bilgilerin Kur’ân’a oralardan geçtiği gibi bir netîce doğuracaktır. Böyle bir netîceyi kabullenmek nasıl ki mümkün değilse Mehdî (Aleyhirrıdvân) inancının farklı şekillerde diğer din ve kültürlerde yer almasından yola çıkarak Müslümanlara onlardan intikâl ettiğini düşünmek de mümkün değildir.
Kültürler arası etkileşim sosyoloji ilminin bir gerçeğidir. Fakat bir başka gerçek de diğer kültür karşısında zayıf kalmış olanın etki altında kalacağıdır. Buna göre, târih boyu yaptıkları fetihlerle askerî, ekonomik, siyâsî, teknolojik alanlarda gâlibiyet sağlamış Müslümanların, yetkileri altında bulunan toplumlardan etkilendiklerini söylemek gülünç bir iddiâ olacaktır. Bu denli bir güce sâhip Müslümanları başka din veya kültürlerden ‘Mehdî inancı’ ithâl etmeye sevk eden sebebin ne olduğu sorusunun sağlıklı bir şekilde cevaplanabilmesi mümkün değildir.
Bahsini yaptığımız bu başarılar, Mehdî inancının târih boyu Müslümanları ‘Kurtarıcı bekleyerek tembellik yapmaya sevk ettiği’ iddiâsını da geçersiz kılmaktadır. Zîrâ bu iddiâ, İslâm târihi boyunca dur durak bilmeden fetihler yapan, birçok alandaki gücü eline almayı başarabilen Müslümanların târihleriyle birebir çelişen bir iddiâdır. Bir mâturîdî olan ve Mehdî’ye inanan Sultan Fâtih bu inancından dolayı İstanbul’u fethetmeyi Mehdî (Aleyhirrıdvân)’a mı bırakmıştır? Bu gibi soruların İslâm târihi boyunca farklı başarılara imza atmış yüzlerce şahsiyet üzerinden de sorulması mümkündür.
İLK DÖNEM ÂLİMLERİNİN ESERLERİNDE MEHDÎ KONUSUNUN YER ALMAMASI ‘ÎSÂ (ALEYHİSSELÂM)’IN NÜZÛLÜNE ÎMAN KONUSUNA TÂBÎ OLDUĞU İÇİNDİR
İlk dönem âlimlerimizin eserlerinde sarâhaten bu mevzûun yer almaması, onların bu hakîkati inanılması gereken bir şey olarak görmedikleri mânâsına gelmez. Nitekim onlar, eserlerinde umûmî anlamda ‘kıyâmet alâmetleri’ ne îmân etmemiz gerektiğine zâten vurguda bulunmuşlardır. Hiç şüphe yok ki Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûru da kıyâmet alâmetlerinden birisidir. Ayrıca onlar, ilgili eserlerde ‘Îsâ (Aleyhisselâm)’ın nüzûlüne îmân etmemiz gerektiğini özellikle kaydetmişlerdir. Nüzûl hadîslerinin bir kısmında zâten Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûru da geçmektedir.
Ayrıca, ilk dönem âlimlerimizin bizzât bu meseleye yer vermemesinin bir sebebi de, ‘Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûrunun hârikulâde bir hâdise olmayışıdır’ diyebiliriz. Zîrâ o, diğer insanlar gibi doğup büyüyecek ve belli bir yaşa geldikten sonra vazîfesini icrâ edecektir. Dolayısıyla, ‘Îsâ (Aleyhisselâm)’ın nüzûlü gibi hârikulâde bir hâdiseye inanmamızı telkîn eden ilk dönem âlimleri Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûruna inanmamızı da evleviyetle telkîn etmiş olmaktadırlar. Ayrıca İsa (Aleyhisselâm)’ın inişinin, Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ı Deccâl’den kurtarmak için olacağı sahih hadislerde beyan edilmişken[73] bu konu birbirinden ayrı nasıl düşünülebilir?
MEHDÎ HADİSLERİNİN ÂHÂD OLMASI İNKÂR EDENİ KÂFİR SAYMAMAMIZI GEREKTİRİR YOKSA ÎMÂN ETMEMİZ GEREKTİĞİ GERÇEĞİNİ DEĞİŞTİRMEZ
Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûrunu haber veren rivâyetlerin âhâd oldukları için ilim ifâde etmeyecekleri ve akîdede delîl olamayacakları görüşü de tamâmen ulemâmızın konu hakkındaki görüşlerini yanlış anlamaktan kaynaklanmaktadır. Zîrâ âlimlerimiz, haber-i vâhidin ilim ifâde edemeyeceğini söylerken ‘zıttına hiç ihtimâli olmayan kesin ilmi’ kastetmişlerdir. Haber-i vâhidin böyle bir ilim gerektirmeyeceği açıktır. Fakat bu, haber-i vâhidin hiç ilim ifâde etmeyeceği anlamına gelmemektedir. Bilakis haber-i vâhid, akâidin aslî meselelerinin dışında delîl olarak kullanılabilir ve de kullanılmıştır. Aynı şekilde ulemânın bu görüşü, inkâr edilmesi durumunda tekfîri gerektiren husûslarda haber-i vâhidin delîl olarak kullanılamayacağı mânâsındadır. Âhâd haberlerin akîdede delîl olmayacağı görüşünün mânâsı budur. Oysa bu sahada söz sahibi olan âlimlerimiz Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhuruyla ilgili hadîs-i şerîflerin mânen mütevâtir olduğunu söylemişlerdir. Buna rağmen biz faraza Mehdî rivâyetlerinin haber-i vâhid olduklarını kabûl etsek bile bu durum Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın zuhûruna îmân etmemiz gerektiği gerçeğini değiştirmeyecektir.
BİR ŞEYİN İSTİSMARI O ŞEYİN SAHTE OLDUĞUNA DELALET ETMEZ
Târihten bugüne Mehdeviyet konusunun istismâr edilmesi de bu hakîkatin inkârı için gerekçe olamaz. Zîrâ bir şeyin istismâr edilmesi hakîki olanının da sahte olduğuna delâlet etmez. Böyle düşünecek olursak bugüne dek sahte peygamberlerin nübüvvet müessesesini, vahiy mefhûmunu, mukaddes kitapları istismâr etmiş olmasını da peygamberliğin inkârına gerekçe kılmamız gerekir. Böyle bir şey ise zındıklıktır.
İMÂM-I RABBÂNÎ ve ONUN BAŞ TÂKİPÇİSİ MAHMÛD EFENDİ HAZRETLERİNE GÖRE MEHDÎ’NİN ZUHÛRU İÇİN UZUN ZAMAN VARDIR
Son olarak ifade edelim ki, Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın âhir zamanda bir kıyâmet alâmeti olarak ortaya çıkacağı Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tarafından haber verilmiş bir hakîkattir. Fakat rivâyetlerde ne zaman çıkacağına dâir bir malumata rastlamak mümkün değildir. Bu konuda İmâm-ı Rabbânî Hazretlerimiz (Kuddise Sirruhû)’nun görüşü Mehdî (Aleyhirrıdvân)’ın ikinci binyılda geleceği yani ikinci bini geçmeyeceği ve zuhûr edeceği asrın ilk çeyreğinde geleceği şeklindedir. (İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, mektûb rakamı: 261, 1/265; mektûb rakamı; 68, 2/118) Yani her asır yüz sene olduğuna göre hicrî 1925’de de olabilir, daha evvelki ilk çeyreklerde de olabilir.
Bazılarının iddiâ ettiği gibi bu görüş, Mektûbât’ın farsça aslından Arapçaya tercüme edilişindeki bir yanlışlıktan dolayı İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû)’ya nispet edilmiş değildir. Bilakis Mektûbât’ın farsça aslına da baktığımızda İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû)’nun bu görüşte olduğunu görüyoruz. Mevzûyla ilgili Mahmûd Efendi Hazreterimiz (Kuddise Sirruhû)’nun görüşü de farklı değildir.
Nitekim şu hâdise mevzumuza ışık tutmaktadır: İmam Nesefî (rahimehullah) Nûr Süresi 55. Ayetin[74] tefsirinde (Rahimehullâh) şöyle bir hadis zikretmektedir:
لَيَدْخُلَنَّ هَذَا الدِّينُ عَلَى مَا دَخَلَ عَلَيْهِ الَّليْلُ
“Elbette bu din, gecenin girdiği her yere girecektir.”
Üstadımız Mahmud Efendi Hazretleri tefsirde burayı okurken şöyle buyurdular: “Gecenin ve gündüzün girdiği her yerde İslam yaşanacak. Bu mutlaka olacaktır. Allah Celle Celâluhû’nün vaadi vardır. Bu, henüz şimdiye kadar olmadı. Osmanlı’lar devrinde bile olmadı. O halde bu, ya Hazreti Mehdî ve Hazreti Îsâ Aleyhimesselâm geldikleri zaman veya onlardan evvel olacaktır. Hazreti Mehdî Aleyhisselâm’ı beklemek tembelliktir. İslam’ın her tarafa yayılması için çalışalım da bu şerefe biz nail olalım.”
Hazreti Mehdî’nin zuhûrunun yakın olup olmadığı konusunu Mahmûd Efendi Hazretlerine defaatle şâhitler huzûrunda sorduğumuzda: “Daha zaman var” buyurduktan sonra: “Şu anda İslâm ilerliyor, Hazreti Mehdî ilk çıktığı zamanlar İslâm çok geri kalacak, abdestten gusülden soru sorulacak âlim bulunamayacak. Onun ortaya çıkışı öyle bir zamanda olacak ki İslâm’ı kimse tanımaz bir halde olacaktır. İslâm şimdi biliniyor. Onun gelişi kıyamet alâmetlerindendir.” Buyurmuş ve açıkladığı hükmün illetini de beyân etmiştir.
Zâten sahîh hadîsi şerîfte geçen:
“الْعَرَبُ يَوْمَئِذٍ قَلِيلٌ، وَجُلُّهُمْ بِبَيْتِ الْمَقْدِسِ.”
“O gün Araplar çok az olacak ve hemen hepsi Kudüs’te bulunacak” ifâde-i nebevviyyesi [75]de bu görüşü teyid etmektedir.
Zîrâ bugün dünyâda 400 küsur milyondan fazla Arap yaşamakta ve Kudüs’te bunlardan sadece 300 küsur bini ikâmet etmektedir. Yine sahîh hadîsi şerîfte:
عُمْرَانُ بَيْتِ الْمَقْدِسِ، خَرَابُ يَثْرِبَ
“(Hazreti Mehdî’nin imâm olmasıyla) Beyt-i Makdis’in (Mescid-i Aksâ’nın) ma’mûr olması, Medîne’nin (vahşi hayvanlara yuva olarak) vîrân olması (dönemine rastlayacak)dır” buyurulmuştur.[76]
Önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde milyarlarca Müslümanın âniden yok olup Medîne’yi vîrân bırakacakları düşünülecek şey değildir. Demek ki önümüzdeki yüzyıllarda İslâmiyet zamanla gerileyecek ve Müslümanların sayısı çok azalacak, Araplar ise ekseriyeti Mescid-i Aksâ civârına yerleşecek kadar az nüfusa sâhip olacaklar, Hazreti Mehdî orada onlara imamlık yapacak, Deccâl’in çıkmasıyla zora düşünce ‘Îsâ ‘Aleyhisselâm Şâm-ı Şerîf’teki beyaz minareye inerek sabah namazında Mescid-i Aksâ’ya gelip Hazreti Mehdî’nin arkasındaki cemaate dâhil olacak, namazın akabinde ise Lüdd kapısında Deccâl’e kavuşarak onu bir darbe ile gebertecektir.
Bütün bu konular hadîs-i şerîflerde sarâhaten ifâde edilmiştir. (İbnü Mâce, es-Sünen, rakam: 4077, 2/1359; Müslim, es-Sahîh, rakam: 2945, 4/2266; Tirmizi, es-Sünen, 3930, 5/724; Ebû Dâvûd, es-Sünen, rakam: 4321, 4/117)
Bütün bu hadîs-i şerîfler göz önünde bulundurulduğunda Mahmûd Efendi Hazretleri’nin görüşünün ne kadar isâbetli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Mahmûd Efendi Hazretlerimize nisbet edilen: “Mehdî şu anda medresede talebeliğe başladı” şeklindeki söz ise; tamâmen iftirâdan ibârettir. Bunca âyet ve hadîse ve İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin beyânlarına rağmen ona bağlı bir insan nasıl kendisinden böyle bir söz sâdır olduğunu iddiâ edebilir, hem de kürsüden söylediği iddiâ edilen bir söz kırk sene nasıl gizli kalabilir?!
Binâenaleyh, günümüzde ‘Mehdîyim’ diye ortaya çıkanlar veya bu iddiâya zemîn hazırlayanlar farklı hesapların peşinde olan kişilerdir. Bu tür kişilere îtibâr edilmemesi gerekir. Zîrâ, rivâyetlerde Mehdî (Aleyhisselâm) sâdece ismiyle anlatılmamış bilakis alâmetlerinden de bahsedilmiştir. Bu alâmetlerin ortaya çıkması söz konusu olmadan Mehdî (Aleyhisselâm) zuhûr etmeyecektir. Günümüzde ise bu alâmetlerden hiçbiri vâkî olmamıştır. O halde, Mehdîlik iddiâsında olanlara veyâ yakında çıkacağını söyleyenlere kesinlikle îtibâr edilmemelidir. Bilakis bu şahıslar psikolojik tedaviye teşvik edilmelidirler.
Dipnotlar
[1] Muhtelif zaman dilimlerinde mezkûr iddia ile ortaya çıkan bu ve benzeri şahıslar ve Mehdeviyet hareketlerine dair tarihî bilgi için bkz. Muhammed Ahmed İsmail el-Mukaddem, el-Mehdî, ed-Dâru’l-Âlemiyye, İskenderiyye, s. 363 vd.; Sa‘d Muhammed Hasan, el-Mehdiyyetu fi’l-İslâm münzü Akdemi’l-‘Usûr hatta’l-Yevm, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabi, Mısır, 1953, Baskı: I; Hent Mustafa el-Zalıtnî, İslâm Akaidinde Mehdilik Fikri, Kastamonu, 2017; s. 71-92; Mehmet BARAÇ, Mehdîlik İnancının I-III. Asırlardaki tarihî seyri ve günümüz Türkiye’sinde anlaşılma biçimleri, Şanlıurfa, 2019, 39-94; Mahmut ÇINAR, Tarihte ve Günümüzde Mehdîlik, Rağbet yayınları, İstanbul, 2013; Ahmet YÖNEM, Kâdiyânîlik bağlamında Mehdîlik, Sakarya Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Dergisi, Cilt:XIII, Sayı: 24, 2011/2, s. 175-191; Bilal AKPINAR, Bahâilik Mezhebinde Mehdilik Algısı, Isparta, 2019, s. 23-37; Adnan ADIGÜZEL, el-Mehdi Muhammed İbn Tumert ve Muvahhidler Devletinin kuruluşu, Ankara, 1999, s. 61-68
[2] Buhârî, “Kitâbu’l-Enbiyâ”, No: 3265; Müslim, “Kitâbu’l-Îman”, No: 244
[3] Ali el-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, Dâru’l-Fikr, Beyrut-Lübnan, 1422, Baskı: I, 8/3495
[4] Müslim, “Kitâbu’l-Îman”, No:247
[5] Bedruddin el-Aynî, Umdetu’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 16/40
[6] İbn Mâce, “Kitâbu’l-Fiten”, No: 4077; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Daru’l-Ma‘rife, Beyrut, 1379, 6/493
[7] Abdurraûf el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr Şerhu’l-Cami‘i’s-Sağîr, el-Mektebetu’t-Ticâriyyetu’l-Kübrâ, Mısır, 1356, Baskı: I, 5/58
[8] Müslim, “Kitâbu’l-Îmân”, No: 247. Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 23/63, No: 14720; İbnu’l-Cârûd, el-Müntekâ, No: 1031; İbn Hibbân, Sahîh, No: 6819; Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, No: 19086
[9] İbn Hibbân Sahih, No: 6824
[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 7/174, No: 4098
[11] Tirmizi, “Kitâbu’l-Fiten”, No: 2230
[12] Ebû Dâvûd, “Kitâbu’l-Mehdî”, No: 4282
[13] Hakim, el-Müstedrek, No: 8364
[14] el-Bezzâr, Müsned, No: 1832
[15] Taberânî, el-Mu‘cemu’s-Sağîr, No: 1181; el-Mu‘cemu’l-Evsat, No: 1233; el-Mu‘cemu’l-Kebîr, No: 10214
[16] Ebû Dâvud, Sünen, No: 4286
[17] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/74, No: 645; İbn Mâce, “Kitâbu’l-Fiten”, No: 4085
[18] Necm, 3
[19] Haşr, 7
[20] Nisâ,59
[21] Nisâ, 65
[22] Bakara, 114
[23] Bkz. İbn Cerîr et-Taberî, Cami‘u’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’ân, Müessesetu’r-Risâle, 1420, Baskı: I, 2/525; Ebu Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi‘li Ahkâmi’l-Kur’ân, Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kahire, 1384, Baskı: II, 2/79
[24] Nûr, 55
[25] Bkz. İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1419, Baskı: I, 6/72
[26] Nisa, 75
[27] İbn Cerîr et-Taberî, Cami‘u’l-Beyân, 8/543;İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 2/358; Ebu’l-Muzaffer Mansur b. Muhammed es-Sem‘ânî, Tefsîru’l-Kur’ân, Daru’l-Vatan, Riyâd, 1418, Baskı: I, I/447; Nizamuddin el-Hasen b. Muhammed en-Nîsâbûrî, Ğarâibu’l-Kur’ân ve Reğâibu’l-Furkân, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1416, Baskı: I, 2/448; Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf el-Endelûsî, el-Bahru’l-Muhît, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1420, 3/710; Nasıruddin Ebû Sa‘îd Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1418, Baskı: I, 2/84; Ebu İshâk Ahmed b. Muhammed es-Sa‘lebî, el-Keşfu ve’l-Beyân an Tefsîri’l-Kur’ân, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1422, Baskı: I, 3/344
[28] Mesela bkz. İmam Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber, (Minehu’r-Ravzi’l-Ezher ile) Daru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut, Lübnan, 1998, Baskı: I, s. 324; Ahmed İbnu Hanbel, Usûlü’s-Sünne, Ma’hedu’l-Mîrâsi’n-Nebevi, Tarih: Yok, s. 7; el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed İbnu Muhammed, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1426, Baskı: I, 2/374; el-Eş’arî, Ebu’l-Hasen Ali İbnu İsmâîl, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve’htilâfu’l-Musallîn, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, Baskı: III, s. 295
[29] Ahmed ibnü Hanbel, Müsned, 29/430, No: 17900; el-Lâlikâî, Şerhu Usûli İ‘tikâdî Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ‘a, No: 317; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, No: 4580; Hâkim, el-Müstedrek, No: 4163; Bezzâr, Müsned, No: 4635; İbn Hibbân, Sahih, No: 6812
[30] İbn Haldun, Mukaddime, Dâru Ya‘reb, Dımeşk, 1/532
[31] İbn Haldun, Mukaddime, 1/542
[32] İbn Haldun’un ilgili görüşünün mufassal bir tenkidi için bkz. Ahmed b. Muhammed b. es-Sıddîk, İbrâzu’l-Vehmi’l-Meknûn min Kelâmi İbn Haldûn, Matbaatu’t-Terakki, Dımeşk, 1347.
[33] Muhammed b. Dervîş b. Muhammed el-Hût, Esne’l-Metâlib fî Ehâdîsi Muhtelifeti’l-Merâtib, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1997, Baskı: I, s. 304
[34] Muhammed Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, el-Hey’etu’l-Mısriyyetu’l-Âmme li’l-Kitâb, 1990, 9/416; Reşid Rıza’nın Mehdî meselesiyle ilgili ortaya attığı şüpheler ve tenkidi için bkz. Meşârî Sa‘îd el-Mutarrifî, Ârâu Muhammed Reşid Rızâ el-Akâidiyye fî Eşrâti’s-Sâ‘ati’l-Kübrâ ve âsâriha’l-fikriyye , Mektebetu’l-İmami’z-Zehebî, Kuveyt, 1435, Baskı: I, s. 232
[35] Ferid Vecdî, Dâiretu Me‘ârifi’l-Karni’l-‘İşrîn, Daru’l-Fikr, Beyrut, 10/480
[36] Ahmed Emîn, Duha’l-İslâm, Mektebetu’n-Nahzati’l-Mısriyye,Kâhire, 3/241
[37] Ebu’l-Hasen Muhammed b. Hüseyin el-Âburrî, Menâkıbu’l-İmâmi’ş-Şâfi‘î, ed-Dâru’l-Eseriyye, 1430, Baskı: I, s. 95
[38] Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, et-Tezkire li Ahvâli’l-Mevtâ ve umûri’l-Âhire, Mektebetu dâri’l-Minhâc, Riyâd, 1425, Baskı: I, s. 1205
[39] Yusuf b. Abdurrahman b. Yusuf Ebu’l-Haccâc Cemâluddin el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl fî Esmâi’r-Ricâl, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1400, Baskı: I, 25/149
[40] Ebu’l-Fazl Ahmed b. Ali İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbu’t-Tehzîb, Mektebetu Dâireti’l-Me‘ârifi’n-Nizâmiyye, Hind, 1326, Baskı: I, 9/144
[41] Şemsuddin Ebu’l-Hayr Muhammed b. Abdurrahman es-Sehâvî, Fethu’l-Muğîs bi Şerhi Elfiyeti’l-Hadîs, Mektebetu’s-Sünne, Mısır, 1424, Baskı: I, 4/23
[42] Celâluddin es-Suyûtî, el-Arfu’l-Verdî fî Ahbâri’l-Mehdî, Nâşir Hestî Numâ, 1429, Baskı: I, s. 114
[43] Ahmed b. Muhammed b. Ali İbn Hacer el-Heytemî, es-Savâ‘iku’l-Muhrika alâ ehli’r-Rafzi ve’d-dalâli ve’z-Zendeka, Müessesetu’r-Risâle, Lübnan, 1417, Baskı: I, 2/480
[44] Ali b. Muhammed el-Kârî, “el-Meşrebu’l-Verdî fî mezhebî’l-mehdî” (Mecmû‘u Resâili’l-Allâme Mulâ Ali el-Kârî) içerisinde) Dâru’l-Lübâb, İstanbul, 2016, Baskı: I, 6/58
[45] Muhammed b. Resûl el-Hüseynî el-Berzencî, el-İşâ‘a li Eşrâti’s-Sâ‘a, Mektebetu’s-Sekâfe, Medîne-i Münevvere, s. 112
[46] Muhammed b. Ahmed es-Seffârînî, Levâmi‘u’l-Envâri’l-Behiyye ve Sevâtı‘u’l-Esrâri’l-Eseriyye, Yayınevi, Tarih: Yok, 2/84
[47] Ebu’t-Tayyib Muhammed Sıddîk Han b. Hasen el-Kınnevcî, el-İzâ‘a limâ Kâne vemâ yekûnu beyne yedeyi’s-Sâ‘a, Daru İbn Hazm, Beyrut, 2000, Bas”kı: I, s. 182
[48] Ebû Abdillah Muhammed b. Ebi’l-Feyz Cafer el-Kettânî, Nazmu’l-mütenâsir mine’l-hadîsi’l-mütevâtir, Daru’l-Kütübi’s-Selefiyye, Mısır, s. 229
[49] Bkz. Alâuddin Ali b. Hüsâmuddin el-Müttakî el-Hindî, el-Burhân fî Alâmâti Mehdiyyi âhiri’z-zemân Matbaatu’l-Hayyâm,1399
[50] Mes’ûd b. Ömer et-Teftâzânî, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, Yayınevi, Tarih: Yok, s. 13
[51] Ebubekir el-Bâkıllânî, et-Temhîd, s. 266; Ayrıca bu hususla ilgili kelam ulemamızın bizatihi eserlerinden nakillere vakıf olmak için bkz. Suheyb Mahmud es-Sakkâr, el-İhticâc bi Haberi’l-Âhâdi fî Mesâili’l-İ‘tikâd, Daru’n-Nûn, Tarih, Baskı: Yok, s. 175 vd.
[52] Kemal İbnu Hümâm, el-Müsâyere fî İlmi’l-Kelâmi ve’l-Akâidi’t-tevhîdiyyeti’l-Münciyeti fi’il-Âhire, Yaınevi, Tarih: Yok, s. 5
[53] es-Serahsî, Muhammed b. Ahmed b. Ebî Sehl, Usûlü’s-Serahsî, Daru’l-Ma‘rife, Beyrut, Lübnan, I/329
[54] eş-Şenkîtî, Ahmed Mahmud Abdülvehhâb, Haberu’l-Vâhid ve Hücciyyetuhû, el-Câmi‘atu’l-İslâmiyye, Medîne-i Münevvere, 1422, Baskı: I, s. 204
[55] es-Sem‘ânî Mansur b. Muhammed, Kavâtı‘u’l-Edille fi’l-Usûl, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, I/373
[56] el-Ğezâlî, Ebû hâmid Muhammed b. Muhammed, el-Müstesfâ, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1413, Baskı: I, s. 116
[57] Abdülaziz b. Ahmed Alâuddin el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr Şerhu usûli’l-Bezdevî, Daru’l-Kitâbi’l-İslâmî, 2/377
[58] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Nazratun Âbire fî mezâ‘imi men yunkiru nuzûle Îsâ aleyhisselâm kable’l-âhire, Kahire, 1943, Baskı: I, s. 109
[59] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr Şerhu usûli’l-Bezdevî, 2/377
[60] Mehdî rivayetlerinin tahricine dair yapılmış müfid iki çalışma için bkz: Abdü’l-Alîm Abdü’l-Azîm el-Bestevî, el-Mehdiyyu’l-Muntezar fi dav’i’l-ehâdîsi ve’l-âsâri’s-’s-sahîha, Daru İbn Hazm, Beyrut, Lübnan, 1999, Baskı: I; el-Mevsû‘atu fî Ehâdîsi’l-Mehdî ed-Da‘îfe ve’l-Mevdû‘a, Daru İbn Hazm, Beyrut, Lübnan, 1999, Baskı: I
[61] İbn Mâce, “Kitâbu’l-Fiten”, No: 4039
[62] Hakim, el-Müstedrek, No: 8363
[63] Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, 9/161
[64] Bkz. Şemsuddin Ebû Abdillah ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ‘tidâl, Daru’l-Ma‘rife, Beyrut-Lübnan, 1382, Baskı: I, 3/535
[65] Ali el-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, Dâru’l-Fikr, Beyrut-Lübnan, 1422, 8/3448
[66] Muhammed Şemsu’l-Hakk el-Azîm Âbâdî, ‘Avnu’l-Ma‘bûd Şerhu Süneni Ebî Dâvûd, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1415, Baskı: II, 11/244; Muhammed Abdurrahman b. Abdurrahim el-Mübârekfûrî, Tuhfetu’l-Ahvezî bi Şerhi Câmi‘i’t-Tirmizî, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 6/402
[67] Şemsuddin Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, et-Tezkira bi ahvâli’l-Mevtâ ve umûri’l-âhira, Mektebetu Dâri’l-Minhâc, Riyâd, 1425, Baskı: I, s. 1205
[68] Bkz. Ali el-Kârî, Mirkâtu’l-MefâtÎh, 8/3448; Keza bkz. Abdurrauf el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr Şerhu’l-Câmi‘i’s-Sağîr, el-Mektebetu’t-Ticâriyyetu’l-Kübrâ, 1356, Baskı: I, 1/363
[69] Cilt: 1, Sahife: 179, Mektup: 209
[70] Cilt: 1, Sahife: 265, Mektup: 261. “Yani”den sonra gelen kısım Farsça aslında bulunmamaktadır. Muarrib tarafından ilave edilmiştir.
[71] Cilt: 2, Sahîfe: 118, Mektup: 68
[72] Cilt: 3, Sahife: 185, Mektup: 122 (Farsça Aslında 123)
[73] Ahmed ibnü Hanbel, Müsned, 29/430, No: 17900; el-Lâlikâî, Şerhu Usûli İ‘tikâdî Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ‘a, No: 317; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, No: 4580; Hâkim, el-Müstedrek, No: 4163; Bezzâr, Müsned, No: 4635; İbn Hibbân, Sahih, No: 6812
[74] وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Allâh, o iman etmiş olan ve salih ameller işlemiş bulunan sizlere vaadde bulunmuştur ki; kasem olsun; elbette onlardan önceki kimseleri halîfe kıldığı gibi/ yerlerine geçirdiği gibi/ kesinlikle onları da yerin tamamında halîfe yapacaktır/ yerlerine geçirecektir/, yine andolsun ki; elbette onlar için seçip beğendiği (İslâm) dinlerini mutlaka kendileri için iyice sâbit kılacaktır ve yine yemin olsun ki; elbette korkularının ardından onları gerçekten mükemmel bir güvenceyle değiştirecektir. Çünkü onlar Bana ibadet etmektedirler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmamaktadırlar! İşte her kim bundan sonra kâfir olursa/ kâfir kalırsa/, işte fâsıkların ta kendileri ancak onlardır./ İşte her kim bundan sonra nankörlük yaparsa, işte fâsıkların ta kendileri ancak onlardır.”
[75] İbnü Mâce, es-Sünen, rakam: 4077, 2/1359; Müslim, es-Sahîh, rakam: 2945, 4/2266; et-Tirmizi, es-Sünen, rakam: 3930, 5/724
[76] Ebû Dâvûd, es-Sünen, rakam: 4294, 4/110; Ahmed ibnü Hanbel, el-Müsned, rakam: 22023, 36/352